DEMİR AĞLARLA ÖRDÜK ANAYURDU DÖRT BAŞTAN YALANI!…

Pazartesi, Aralık, 2012
688
Ana Sayfa ·Tarih Üzerine Çeşitlemeler ·DEMİR AĞLARLA ÖRDÜK ANAYURDU DÖRT BAŞTAN YALANI!…

DEMİR AĞLARLA ÖRDÜK ANAYURDU DÖRT BAŞTAN YALANI!…

Osmanlı coğrafyasında, trenin neredeyse bir buçuk asırlık geçmişi var.

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda, ana demiryolu hatlarımız çalışır halde idi.

Cumhuriyet’in başlangıcında, bu ana hatta Ankara-Erzurum hattı ilave edildi.

Bazı ara hatlar da yapıldı. Fakat onuncu yıla gelindiğinde, Osmanlıdan kalan demiryolları Cumhuriyetten sonra yapılanlardan fazla idi…

Cumhuriyeti kutsamak için apaçık propaganda kokan bir marş ezberlettirildi halka: “Demir ağlarla ördük ana yurdu dört baştan!”

 

DEMİR AĞLARLA ÖRDÜK ANA YURDU DÖRT BAŞTAN!..

Türk’üm, doğruyum!..

“Türk’üm, doğruyum, çalışkanım”;

“Varlığım Türk varlığına armağan olsun”;

“Ne mutlu Türk’üm diyene”;

“Türk öğün, çalış, güven”!…

Benim çocukluk yıllarımda Türk eğitim sistemi, bunlara benzer sloganlar çerçevesinde bir hayat nizamı kurmaya çalışırdı.

Bu yüzden sloganlar ve şiirler, hayatımızın vazgeçilmezleriydi.

“Demir ağlarla ördük ana yurdu dört baştan” derken şişinir, gerçek olup olmadığını sorgulamayı bile akıl edemezdik.

Ama rahmetli babam, belli ki, sloganlarla şiirler arasında yaşamıyor, hayatın gerçekleriyle ilgileniyordu.

Nihayet bir gün dayanamadı: “Nereyi örmüşsünüz?” diye soruverdi.

“Örmedik mi?..” dedim hayretle.

“Örmediniz. Sadece Ankara-Sivas arasına bir demir yolu yaptınız.

Senin kitaplarının ‘Kızıl Sultan’ dediği Abdülhamid ise İstanbul’dan Medine’ye ve Bosna’ya demiryolu hattı döşedi, ona neden şiir okumuyorsun?”

Şaşkın şaşkın baka kaldım.

Sonra odama koşup haritaya baktım: Ankara-Sivas arası kısacıktı, oysa İstanbul Medine arası çok uzun bir yoldu.

Sloganlarla gerçekler arasındaki farkı, o gün keşfettim.

Ve o gün, birilerinin beni kandırmaya çalıştığını fark ettim.

Bir gün de, “Türk’üm, doğruyum, çalışkanım” diye dolanırken, babam, başını kitaptan kaldırdı, derin derin baktıktan sonra şöyle bir soru sordu:

“Ben Laz’ım, tembel miyim yani, yalancı mıyım?”

Sonra her insanın yanlışları ve doğruları olabileceğini, bir milletin ne tamamen yanlış, ne de tamamen doğru olamayacağını anlattı.

Hele “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” diye coşkuyla bağırdığım gün, “Allah’ın armağanı olan varlığımız, ancak Allah’a armağan edilebilir” deyişini unutamıyorum.

İyi ki o benim babamdı!

Yoksa bizim kuşağın milyonlarca mensubu gibi yitip gidebilirdim.

 

ALINTI: Yavuz Bahadıroğlu

***

 

ON YILDA ONBEŞ MİLYON GENÇ YARATTIK !…

Siz bakmayın “On yılda onbeş milyon genç yarattık” farfarasına..

Gazyağını, kaya tuzunu, dırıl bezini imal edemeyen yönetim nasıl oluyordu da on yılda onbeş milyon genç yaratabiliyordu..

Hiç kimse ne o gün, ne bu gün “Allah mı oldunuz? Yalancılar” diyemedi..

“Ana yurdun demir ağlarla örülme” safsatası da araklamadır..

Sultan Abdülhamid zamanında döşenen demir yollarına sahip çıkmak hırsızlık ve gaspçılık değil mi?

Daha adam gibi bir marş yazamayan eski çorbayı ısıtıp ısıtıp yeme huylarından vazgeçmediler..

 

DEMİR AĞLARLA ÖRDÜK ANAYURDU DÖRT BAŞTAN…

Demir ağlar ve hânedana saygı…

Lise çağımda da karmaşa vardı. Hatta taşlar şimdiki kadar bile yerli yerine oturmamıştı…

Her şey “Ali yazar, Veli bozar” tekerlemesinde olduğu gibiydi.

Herkes her telden çalıyor, “iman”la “küfür”, “doğru” ile “yanlış”, “gerçek”le “yalan”, “siyah”la “beyaz” atbaşı gidiyordu.

Türkiye, şimdikinden beter zıtlaşmalar, farklılaşmalar, kutuplaşmalar, inatlaşmalar dünyasıydı.

Fakat korku kaynaklı müthiş bir sessizlik vardı. Kimse ne düşündüğünü söylemiyordu.

Okulda öğretmenin, ailede babanın borusu ötüyordu.

Okulda öğretmenin, ailede babanın duymak istediklerini söylüyorduk.

Beni en inciten de işte bu ikiyüzlülüktü. Okul ile aile arasında kalmak gerçekten de çok inciticiydi.

Okulda öğretilenler başka, anne babamın öğrettikleri başkaydı. Biri Mersin’e, diğeri tersine gidişti! Ama acaba hangisi tersine gidiyordu?

Tam bir “değerler karmaşası” yaşıyordum…

“Karmaşa” yer yer “zıtlaşma”ya dönüşüyordu:

“Ya Atatürk, ya Vahideddin!”… “Ya Cumhuriyet, ya hilafet!”… “Ya dünya, ya ahiret!”

Bazen ölümlerden ölüm beğenmek zorunda bırakılmış idam mahkümlarına benzetiyordum kendimi:

Ruhum eziliyordu: “Kırk katır mı, kırk satır mı?” sorusunu soracaklar diye ödüm kopuyordu.

“Aşağısı sakal, yukarısı bıyık” hesabında kala kalmıştım. Söylenenlerden hangisinin “doğru” olduğunu kestiremiyordum.

Bunalıyordum, tökezliyordum, travma (sarsıntı) yaşıyordum.

Ondört-onbeş yaşlarında bir çocuktan elbette derin analizler yapıp “doğru”yu bulması beklenemez…

Ya teslim olursunuz, ya da hırçınlaşıp isyan edersiniz… Ben hırçınlaştım. An oldu anne babama, zaman oldu öğretmenlerime isyan ettim…

Bu da benim kaçışımdı galiba, bir anlamda çevremden, diğer anlamda ise kendimden kaçıyordum.

Başka çarem yoktu: Çünkü mantık tepetakla olmuştu…

İlkokula başladığım günlerde, “En çok kimi seviyorsun?” sualiyle başlayan travma, lise çağları sonuna dek sürmüştü.

Ailede öğrendiğim gibi “Allah’ı seviyorum” desem öğretmenim, “Atatürk’ü seviyorum” desem ailem üzülüyordu.

Sonunda işin “püf noktası”nı keşfettim: Evde “Allah’ı seviyorum” dedim, okulda “Atatürk’ü…”

Ailem de, öğretmenlerim de mutlu oldular, ancak ben hâlâ mutsuz, travmalar (sarsıntılar) içinde hâlâ vuruktum.

 

Okulda ezberletilen “Onuncu Yıl Marşı”nı bizim eve taşıyıp babamın seferden (denizci olan babam gemisiyle gider, aylarca kalırdı;

annem bu gidişlere “sefer” derdi) döndüğü akşam bağıra bağıra keyifle okuduğumda, tıpkı öğretmenlerim gibi, babamın da sevineceğini ve

beni ödüllendireceğini sanmıştım.

Fena halde yanıldığımı, babamın suratı düşünce anladım. Neye uğradığımı şaşırdım. Anladım ki ikiyüzlülük bir yere kadar işe yarıyor!

Koskoca öğretmenler bunu bilmiyorlar mıydı? Biliyorlardı ise, bizi neden ikiyüzlü olmaya zorluyorlardı?

Babam sevinir umuduyla bangır bangır okumaya başladığım “Onuncu Yıl Marşı”nı, babamın suratı asılınca, mırıltıya gömdüm:

“Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan…”

Ellerini iki yana açtı babam: “Hani göster bakalım” dedi, “nereleri örmüşsünüz demir ağlarla?”

“Örmedik mi?” diye sordum şaşkın şaşkın.

“Örmediniz elbet” dedi, “sadece Ankara ile Sivas arasına tek hat döşediniz.

Onyedi senelik kesintisiz iktidarın tüm eseri bundan ibaret mi olmalıydı?”

“Padişahlar bunu bile beceremedi ama” diye savundum bana öğretilenleri…

“Hâlâ çalışan Bağdat Demiryolu’nu ve Hicaz Demiryolu’nu sen mi yaptırdın yoksa?” diye dalga geçti benimle.

“Yoooo” dedim şaşkın yarım yamalak, “ben yaptırmadım.”

“Kim yaptırdı öyleyse?”

“Kim?”

“Seninkilerin beğenmediği Sultan İkinci Abdülhamid tabii.”

“Benimkiler?..”

“Muallimlerin falan yani…”

Başöğretmenim Hikmet Bey gerçekten de Sultan II. Abdülhamid’i beğenmiyordu.

“Beğenmek” ne kelime; hatta nefret ediyordu. Adını bir yerde mecburen geçirmek zorunda kalınca “Kızıl Sultan” filan diyordu.

Şaşırdığımı, hatta iyice yamulduğumu ve için için “Hangisi doğru?” diye düşündüğümü biliyorum.

Babamın bir kez bile yalan söylediğine şahit olmadığım için ister istemez ona hak veriyordum, ama ya Başöğretmenimin anlattıkları ne olacaktı?

O da gözümde büyüyordu. Koskoca Başöğretmen. Yalan söyleyecek değil ya!

Evle okul, babamla öğretmenim arasında sıkışmış kalmıştım. Ruhum eziliyordu…

Öğretmenlerim “demir ağlarla ördük” diyorlardı, babam “örmediniz” diyordu.

Öğretmenlerimin “Kızıl Sultan” dedikleri Sultan İkinci Abdülhamid’i, babam, “Hicaz demiryolunu yaptı” diye alkışlıyordu.

Hem de neymiş biliyor musunuz? İstanbul’dan hareket eden tren Medine’ye iyice yaklaşınca duruyor, raylar keçe ile sarılıyor, ondan sonra tekrar hareket ediyor ve Medine’ye olabildiği kadar sessiz giriyordu…

Amaç, babamın söylediğine göre, “Ruh-u Resul’ü rahatsız etmemek”ti.

Ne zaman gazetelerde Osmanlı Hanedanı’na mensup birinden söz edilse, ecdatları gibi yaşamadıklarını bile bile saygı hissiyle dolmam bundandır.

DEMEK 10. YIL MARŞI DA YALANLARLA ÖRÜLÜ !…

***

 

YALAN YAZAN TARİH UTANSIN…

 

1923-1938 arası…

Yani Cumhuriyet’in kurulmasından Atatürk’ün ölümüne kadar geçen süre.

Bu süreç içinde yeni Cumhuriyet neler yaptı?

10. Yıl Marşı’nda söylendiği gibi ülke “Demir ağlarla örüldü” mü, “10 yılda 15 milyon genç “yaratıldı” mı?

Değilse yakın tarihin yalanları arasına 10. Yıl Marşı’nın dizeleri de mi giriyor?

Zaman gelecek, elbette her şey açığa çıkacak.

Gerçeklerin ebediyen gizli kalmama gibi bir özelliği vardır.

Şimdi…

Asıl kaynak İsmail Cem’in Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi adlı kitabı ve Hürriyet Gazetesi’nin yıllar önce yayınladığı bazı haber ve yazılar…

Zaman yazarı Ali Ünal bu iki kaynaktan çok önemli bilgiler derlemiş. Bunlardan bizim okurların da haberinin olması gerekir. Görelim bakalım neymiş tek parti CHP Türkiyesi’nin verileri neymiş:

“1856-1922 yılları arasında 8619 km demiryolu inşa edilmiş.

1923-1950 döneminde ise mevcut 4086 km’lik demiryoluna sadece 3578 km ilave edilmiş.

Karayollarından söz etmiyoruz bile…

İlk cumhurbaşkanının maaşı 13 bin TL’dir. Bu rakamın bugünkü değeri altın üzerinden hesap edildiğinde 2006 yılı için 620 bin TL’dir.

2006’da cumhurbaşkanı maaşı Türkiye’de 14 bin liraydı.

İlk cumhurbaşkanının aldığı maaş bugünkü cumhurbaşkanının aldığı maaştan reel olarak 350 kat daha fazlaydı.

İsmail Cem’in Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi adlı kitabında ilk cumhurbaşkanının servetinin dökümü dört sayfa tutmakta. Bu servetin içinde bugünkü değeri 20 milyon dolar olan Hintli Müslümanlar’ın Kurtuluş Savaşı’na yardım olarak gönderdiği para da var.

Türkiye ekonomisi, 1927’de % 12,8

1932’de %10,6

1935’te %3

1940’ta %5

1941’de %10,3

1943’te %9,8

1944’te %5,1

1945’te %15,3

1949’da %5,5 küçülmüştür.

1895 yılında Türkiye sınırları içinde yaklaşık rakamlarla 25.800 ilkokul, 2 milyon ilkokul yaşında çocuk ve 1 milyon 200 bin öğrenci vardır, okuma oranı, %60’tır.

1938’de ise 6.700 ilkokul, 2.335.000 ilkokul çağında çocuk ve 765.000 öğrenci vardır, okuma oranı %33’tür.

1925-38 arasında Türkiye’de sadece 173 yeni ilkokul açılmıştır.

1895’te Türkiye toprakları içinde ortaokul ve lise sayısı 830, ortaöğretim çağındaki nüfus 2 milyon 550 bin, öğrenci sayısı 98.000, okuma oranı %3,8’dir.

1938’de ise 208 ortaokul ve lise, 3 milyon küsur ortaöğretim çağında nüfus, 95 bin küsur öğrenci vardır ve okuma oranı %3,2’dir.

Cumhuriyet, Abdülhamid döneminin eğitim seviyesine ancak 1950’lerde ulaşabilmiştir!

1914’e gelindiğinde tek üniversitemiz, 7 fakültesi ve 4.600 öğrencisi ile İstanbul Üniversitesi idi.

1938’de de yine tek üniversitemiz vardır, fakülte sayısı 8 olup, öğrenci sayısı 5.700 civarındadır.

1934’e gelindiğinde Türkiye’de din eğitimi bitirilmiştir!

Bir de yer yer halk açlıktan ölür.

Pek çoğu sehpalarda can verir.

Halk Jandarma dipçiği ve tahsildar baskısı altında inlerken, kaymak tabakasını kripto-ecnebilerin oluşturduğu asker-eşraf-tüccar-bürokrat koalisyonundan

oluşan CHP ve Cumhuriyet ‘seçkin’leri, arsa spekülasyonculuğu, ihtikâr, tefecilik, müteahhitlik, komisyonculuk ve savaş şartları istismarıyla zenginleşmekte,

halk çullar-çuvallar içinde iken Kalgurisi’den, Fegara’dan Paris modellerini kapışmakta, kuyruklu ceket, silindir şapka, klak, makferlanlarla balolarda danstan dansa ve kutlamadan kutlamaya koşmaktadır.”

Tam da Necip Fazıl Kısakürek’in dediğine tekabül eden bir durum söz konusu:

Ah, küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap;

Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılâp.

Her şey çok açık, demek bu millet CHP’yi bu yüzden iktidara getirmiyor.

Çünkü Türkiye ilerlemeye ve büyümeye ancak 1950’den sonra, CHP iktidarı bittikten sonra geçiyor!

 

 

 

 

 

—————–

Çeşitli Makale ve Yazılarım için:

http://www.turklider.org/TR/DesktopDefault.aspx?tabid=1583 da ” Haluk Cangökçe Gözüyle”

 

Araç çubuğuna atla