MASALLARIMIZ ÇALINDI ÖNCE…
Maviye çıkardı çocukluğumuz. Ne yana dönsek umut, kime tutunsak vefa…
Çaldılar ceplerimizden çocukluk ruhumuzu.
Öksüz kaldı saksıda çiçek, bedende ruh, şiirde kelime…
Attila İlhan’ın “o eski heyecan ölür” dediği dizeye sarılıyorum sımsıkı. Ölmemeliydi heyecan. Profesyonelleşmemeliydi insan. Amatör kalmalıydı sevgi. Düzene alışmaktı çünkü profesyonellik, eyvallah çekmekti her şeye. Oysa amatörlük sıkı işçilik demekti. Gözyaşı demekti, emek demekti.
Masallarda gizliydi cesaret. İmkânsız denen şeyin aldatmacadan ibaret olduğunu öğrenirdik arabesk günler besteleyenlere inat.
Artık her şey bitti derken bir peri beliriverirdi başucumuzda. Elinde sihirli bir değnek, dokunurdu ve dileğimiz anında gerçekleşirdi.
Ya da lambadan bir cin çıkardı ve derdi: “Dile benden ne dilersen!”
Boşaltıldı kalplerimiz. Alıp gittiler güzel olan ne varsa, götürdüler geri getirmemek üzere.
Acı gerçeklerle yüzleştirdiler çocuk yaşta minicik yüreğimizi.
Vefasızlığı haykırdı büyüklerimiz. Acıyı yazdılar kırk bin kere. Artık acıya hayranlık duymaya başladık çaresiz.
Güzel değildi demek ki hayat. Parası olanın hakkıydı zafer, güçlü olan kazanırdı demek müsabakayı.
Akıl yetmiyordu kapitalizmi yerle bir etmeye. Dolu bir beyinden ziyade dolu cep gerekiyordu kazanmak için.
“İnsan insanın kurdudur.” sözü hayat felsefemiz olmaya başladı. Batılılara aitti oysa bu dünya görüşü. Herkes rakibin, herkes düşmanındı buna göre.
Haset sardı çevremizi. En güçlü biz olmalıydık. Beraberliğe yatamazdık. Ya kral olacaktık ya kral. Alt kademeydi vezirlik.
Halk olmak sıradanlıktı. Hepimiz göz koyduk şahlık tahtına. Oysa birden fazla hükümdar hüsrandan başka ne getirebilirdi o saltanata?
İnsan insanın dostu değil miydi bize göre? Birlikte yürümek, birlikte ağlamak; kaç yağmur varsa beraber ıslanmak…
Sabah güneşin doğuşunu aynı safta karşılamak…
Karanlığa ışık yakmaktı hikâyelere kucak açmak. Hayata sıkı sıkıya tutunmaktı dedelerimizin sır veriyormuşçasına konuşmalarına kulak kabartmak. Güzellerin en güzeliydi yedi cüceden biri olmak. Umudun adıydı külkedisinin düşürdüğü ayakkabıyı bulmak.
Çıkarsız sevginin tanımıydı bir akşam Mecnun’ a misafir olmak.
Sanal olana mahkûm ettiler üç günlük nefesimizi. Muhabbetin koyusunu yaşatmadılar doya doya.
Bir fincan kahve yetiyordu kırk yıllık hatırı sağlamaya. Birlikte bir yudum kahve içirmediler. Masallarımıza nokta koydular.
Biliyordular, masalı olanın umudu hep olacaktı. Direnecekti, yorulacaktı belki ama çoğunca yenecekti. Korktular masallarımızdan.
Suni gündemler bıraktılar hayatımızın orta yerine. “Buyurun bunları konuşun, bunları anlatın birbirinize…”
Masal çocukların işi, size güncel olaylar lazım. Size magazin lazım, size dedikodu…
Çaldılar benliğimizi, değer yargılarımızı, olagelmiş sımsıcak sohbetlerimizi, yardımlaşmalarımızı… Umut şarkılarını yaktılar, yaktırdılar bile bile. Hüznü, kederi yazdı şairler. Acıyı besteledi besteciler. Susturdular direnişçileri. Minare çalınmadan hazırlanmıştı kılıfı: “Bir başımıza dünyayı mı kurtaracaktık?”
Oysa “bir kişiyi kurtaran, kurtarmaya vesile olan bütün insanlığı kurtarmış gibi olmuyor muydu?”
Unutturdular, ebediyen hatırlamayasıya unutturdular.
BANA BİR MASAL ANLAT BABA !…
Maviye çıkardı çocukluğumuz.
Bir vardı bir yoktu.
Umudumuz çoktu.
Siyahtan eser yoktu.
Ne annemiz eşikten düştü ne de babamız beşikten; ruh çıktı bedenden.
Birileri erdi muradına, bize siyahlar kaldı inadına.
Gökten düştü üç elma, hiç biri düşmedi payıma.
El koydular masallarıma.
Şimdi içimin ölmeyen çocuk yanı haykırıyor son ses:
“Bana bir masal anlat baba!”
Eyüp Akyüz (Yolcu)
Çeşitli Makale ve Yazılarım için:
http://www.turklider.org/TR/DesktopDefault.aspx?tabid=1583 da ” Haluk Cangökçe Gözüyle”