BUGÜN (1 Şubat 2012)
1 Şubat Gregorian Takvimine göre yılın 32. günüdür. Sonraki sene için 333 gün var ( Artık yıllarda 334).
1 ŞUBAT’DA DÜNYA’DA VE TÜRKİYE’DE NELER OLDU ?…
1454 – Papa Kiliselere Türk Vergisi Koydu. (İstanbul’un fethi üzerine Papa 1 Şubat 1453’teAvrupa’da yeni bir Haçlı Seferi çağrısı yaptı ve hazırlık için bir dizi isteklerde bulundu. Haçlı Seferine katılacak her kesin kesinlikle cennete gideceğine dair fermanlar dağıttı. Bu seferin gideri için kiliselere Türk vergisi kondu. Ayrıca bütün Hıristiyan aleminden ‘’Kutsal Savaş Vergisi’’ toplamalarını istedi. Ancak böyle bir sefer hiçbir zaman gerçekleşmedi. Çünkü daha önce ki Haçlı Seferleri tecrübesi böyle bir seferi engellemişti.)
1793 – Fransa, İngiltere ve Hollanda’ya savaş ilan etti.
1814 – Filipinler’deki Mayon yanardağı lav püskürdü: yaklaşık 1200 kişi yaşamını yitirdi.
1895 – Lumieres kardeşler, sinema makinasını icat ettiler.
1918 – Rusya Gregoryen takvim’e geçti.
1920 – Fransızlar, işgal ettikleri Maraş’ta çarşıları yakmaya başladılar; bunun üzerine çok şiddetli sokak savaşları başladı.
1924 – İngiltere, SSCB’yi resmen tanıdı.
1932 – Bursa’da Türkçe Ezan Okunması Protesto Edildi (Türkçe ezan okunması konusunda ilk ciddi muhalefet 1 Şubat 1933’te Bursa’da yaşandı. Bursa Ulu Cami’de bir kısım cemaat ezanın Türkçe okunmasını protesto etti. Bu tarihlerde İzmir’de olan Mustafa Kemal hemen Bursa’ya gelerek bu olayın sorumlularının tutuklanmasını ve cezalandırılmasını istedi. Bursa Savcısı Sakıp Bey, Bursa Sulh Ceza Hakimi Hasan Bey ve Bursa Müftüsü Nurettin Bey’e görevi ihmal iddiası ile işten el çektirilmiştir. Olay ile alakalı görülenler tutuklanmış ve yargılanmak üzere Çorum’a nakledilmişlerdir. Bu olay üzerine Diyanet İşleri Başkanlığı bir bildiri yayınlayarak camilerde ezan hutbe ve salatın Türkçe okunacağını belirtmiştir. http://dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=162968)
1935 – Ayasofya, müze olarak halkın ziyaretine açıldı. (Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u alarak hırıstiyan dünyasının en büyük kilisesi iken İslam fethinin nişanesi olarak cami haline getirdiği Ayasofya Camii 1930-1935 arası restorasyona alındı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün isteği üzerine, Bakanlar Kurulu’nun 24 Kasım 1934 tarihli kararıyla Ayasofya Camii’nin müze haline dönüştürüldü. Müze haline dönüştürülen Ayasofya 1 Şubat 1935’te ziyarete açıldı)
1936 – Osmanlı banknotlarının tedavülden çekilmesine başlandı.
1943 – Almanların 6. Ordusu Stalingrad’da teslim oldu
1944 – Gerede, Bolu ve Çankırı’daki depremlerde 4611 kişi öldü. 50 bine yakın ev yıkıldı.
1963 – İki uçağın Ankara üzerinde çarpışarak Ulus semtine düşmesi sonucu 80 kişi yaşamını yitirdi.
1974 – İzmir’de sabaha karşı saat 02’de bir deprem oldu, tarihi saat kulesinin tepesinin de yıkıldığı depremde 2 kişi hayatını kaybetti.
1979 – Humeyni’yi Paris’teki 14 yıllık sürgün yaşamından Tahran’a dönüşünde milyonlarca İran’lı karşıladı.
1979 – Milliyet Gazetesi genel yayın yönetmeni Abdi İpekçi, suikast sonucu öldürüldü. 25 Haziran’da yakalanan saldırgan Mehmet Ali Ağca, 1980’de ölüm cezasına çarptırıldı. (Suikastin sorumlusu olarak yakalanan Mehmet Ali Ağca hapishaneden kaçmayı başardı ve arkasından İtalya’da Papa Jean Paul’e suikast düzenledi).
1989 – Milli futbolcu Tanju Çolak, Monte Carlo’da düzenlenen törende Altın Ayakkabı ödülü aldı.
1990 – Yugoslav ordusu Kosova’ya girdi.
2003 – Uzay mekiği Columbia, dünyaya dönüşü sırasında, Teksas üzerinde parçalandı: mekikteki yedi astronot öldü.
2004 – Suudi Arabistan’da Hac sırasında çıkan izdihamda 289 hacı öldü.
***
“TÜRKÇE EZAN”DAN “BURSA NUTKU”NA !…
Halk tarafından kabul görmeyen, benimsenmeyen Türkçe ezan bu şekilde yaygınlaştırılmaya çalışılırken buna en önemli tepki yaklaşık 1 yıl sonra Bursa’dan gelmiştir.
Birkaç hafta önce Şanlıurfa’da ezanın Kürtçe okunması akla ilk olarak tek parti dönemi uygulamalarından biri olan Türkçe ezanı getirdi. İbadetlerde kullanılan dilin Türkçeleştirilmesi amacıyla ezan kamet hutbe ve Kur’an’ın Türkçeye tercümesi 1930’lu yıllarda gerçekleştirildi. Dinin millileştirilmesi amacını taşıyan bu değişiklikler Atatürk’ün isteğiyle 1931yılının aralık ayında Dolmabahçe sarayında 9 hafızın çalışmalarıyla başladı. Türkçeleştirmeyle birlikte hem din anlayışında değişiklikler sağlanması hem de Arap kültürü etkisinden uzaklaşılması hedefleniyordu.
Bu amaçlarla ilk Türkçe ezan 30 Ocak 1932 tarihinde Hafız Rıfat Bey tarafından Fatih camiinde okundu. Tanrı Uludur ile başlayan Türkçe ezan şu şekildeydi :
Tanrı uludur Tanrı uludur
Tanrı uludur Tanrı uludur
Şüphesiz bilirim ve bildiririm: Tanrı’dan başka yoktur tapacak
Şüphesiz bilirim ve bildiririm: Tanrı’dan başka yoktur tapacak
Şüphesiz bilirim, bildiririm: Tanrı’nın elçisidir Muhammed
Şüphesiz bilirim, bildiririm: Tanrı’nın elçisidir Muhammed
Haydi namaza, haydi namaza
Haydi felaha, haydi felaha
(Namaz uykudan hayırlıdır)
Tanrı uludur, Tanrı uludur
Tanrı’dan başka yoktur tapacak.
Ezan bu şeklide Türkçeye tercüme edildikten sonra Diyanet İşleri Riyaseti 18 Temmuz 1932 tarihinde toplanarak ezanın tüm Türkiye’de Türkçe okunmasına karar verdi. Ayrıca 4 Şubat 1933 tarihinde, müftülüklere ezanı Türkçe okumalarını, buna uymayanların kati ve şedid (kesin ve şiddetli) bir şekilde cezalandırılacaklarını bildiren bir genelge gönderildi.
Halk tarafından kabul görmeyen, benimsenmeyen Türkçe ezan bu şekilde yaygınlaştırılmaya çalışılırken buna en önemli tepki yaklaşık 1 yıl sonra Bursa’dan gelmiştir. 1 Şubat 1933 Cuma günü Bursa Ulu Caminin imamı göreve gelmemiş onun yerine cemaatten Topal Halil ezanı Tatar İbrahim ise kameti Arapça okumuş bu durum üzerine sivil polis Hamdi Efendi durumu rapor etmiştir. Namazın ardından cemaat toplanarak Evkaf müdürlüğüne giderek ezanın niçin İstanbul’daki gibi Arapça okunmadığını sorarlar. Evkaf Müdürü aldıkları talimat doğrultusunda tüm Türkiye’de okunduğu gibi Bursa’da da ezan Türkçe okunuyor diye cevap verince cemaat valiliğe doğru yürüyüşe geçer. Bu sırada kalabalık da artmaya başlamıştır. Valilik, emniyet , olayı bir başkaldırı olarak görerek kısa sürede kalabalığı dağıtılmışlar bazı kişileri de gözaltına almışlardır. Olayın sıcaklığı ile durum Ankara’ya haber verilmiş, yurt gezisinde olan Atatürk’e Bursa’da ‘irticai bir kalkışma’ olduğu bildirilmiştir. Atatürk hızlı bir şekilde İzmir’den Bursa’ya doğru yola çıkarken İç işleri bakanı Şükrü (Kaya) Bey, Adalet bakanı Yusuf Kemal (Tengirşenk) ve Emniyet Genel Müdürü Tevfik Hadi (Baysal) Bey de Bursa doğru yola çıkmışlardı.
Atatürk, Bursa’ya gelip de incelemelerde bulunduğunda olayın büyütüldüğünü saptamış ve Anadolu Ajansına durumu şu şekilde ifade etmişti : “Bursa’ya geldim. Hadise hakkında alakadarlardan malumat aldım. Hadise haddizatında fazla ehemmiyeti haiz değildir. Herhalde, cahil mürteciler adaletin pençesinden kurtulamayacaklardır. Hadiseye dikkatimizi bilhassa çevirmemizin sebebi, dini siyaset ve herhangi bir tahrike vesile etmeye asla müsamaha etmeyeceğimizin bir defa daha anlaşılmasıdır. Meselenin mahiyeti esasen din değil, dildir.”
Atatürk Bursa’daki olayı bu şekilde değerlendirirken tarihimizde var olup olmadığı meçhul olan meşhur Bursa nutku da bu gelişmeye bağlanmıştır. O tarihlerde Bursa’da çıkan Arkadaş Gazetesi sahibi, gazeteci Rıza Ruşen Yücer 1947’de “Atatürk’e Ait Birkaç Fıkra ve Hatıra” adı eserinde, Atatürk’ün Bursa’daki olayın üzerine geldiği günün akşamı, yemekte meşhur nutkunu söylediğini iddia etmiştir. İddia edilen Nutka göre, Türk gençliği gerektiğinde kanun ve nizama uymadan cumhuriyeti savunmak için elle taşla sopayla mücadele etmelidir. Aradan geçen 14 yılın ardından gündeme gelen bu nutuk akşam yemeğinin şahitlerinden Kılıç Ali ve Yusuf Hikmet Bayur tarafından yalanlanmıştır. Yine Atatürk’ün en yakınında bulunanlardan biri olan Falih Rıfkı Atay gibi önemli bir isim de böyle bir konuşmanın olmadığını söylemiştir. Atatürk’ün konuşmalarının kaydının tutulduğu Nöbet Defterinde bulunmayan, Anadolu Ajansı tarafından haber yapılmayan, dönemin ulusal hiçbir gazetesinde yayınlanmayan bu konuşmanın varlığı ile ilgili tartışmalar günümüzde de devam etmektedir.
ALINTI : Tarih Dosyası / Dünya Bülteni
***
ENKAZIN ALTINDA KALMAMAK İÇİN !…
Yalanın ve aldatmanın saltanatı ebediyen devam etmez.
Üst üste bir yığın küp dizmişler,
En alttaki yalan,
Onun üstünde dolan,
Üçüncüsü nifak,
Dördüncüsü fısk u fücur (Allah’a isyan içinde olmak, günah işlemek),
Beşincisi fuhşiyat (Fuhuş),
Altıncısı ekl-i riba (Faiz),
Yedincisi terk-i salat ve terki cemaat (Namaz’ı ve cemaat’i terk),
Onun üstünde gurur ve kibir, ondan sonra ucb (Kibir, gurur. Kendini beğenmişlik),
Daha böyle çok küp var…
En alttakini çekerseniz ne olur?
Hepsi gümbür gümbür yıkılır parçalanır.
Yıkımda enkazın altında kalmamak için ne yapmak lazımdır.
Tek kelime: Islah, yani iyileştirme.
***
OSMANLILARIN AHLAKI…
Avrupalı gezginlerden Guer şöyle diyor:
“Türklerin pek mükemmel görgü kuralları vardır. Hepsine can-ı gönülden riâyet ederler.
Birbirleriyle karşılaştıklarında sağ ellerini göğüslerine götürmek suretiyle selâmlaşırlar.
Muhataplarına, müjdeleyici bir surette, yani rütbe ve mevkilerine göre paşa, ağabey ve sultan gibi vasıflarıyla hitap ederler.”
Brayer, hayranlıkla aynı hususiyeti dillendiriyor:
“Diyebilirim ki Osmanlıların ahlâkî hususiyetleri, insanı âdeta teshîr eder (büyüler).
Yürüyüşlerinin serbestlik ve ihtişamı, misafir kabullerindeki güler yüzlülükleri ve nihayet selâmlığa girip çıkarken riayet ettikleri teşrîfat kurallarının zarafeti karşısında hayran olmamak elde değildir.”
Kısacası Sünnet Medeniyeti’nin çocukları sünnet çerçeveli bir hayat yaşarlardı.
Her işe, “Bismillah” eşliğinde başlar, “Tevekkeltü Alellah” ile devam ederlerdi…
Kızınca bağırıp çığırmaz, için için, “Lâ havle” çekerlerdi.
Hayrete düşünce, “Hay Allah!”, “Lailahe İllaüllah” veya “Allah Allah”; hayretleri biraz daha derinleşmişse, “Fesübhanallâh!”,
Haksızlığa uğramışlarsa “Hasbünallâh! (ve ni’mel-vekîl);
Gözleri yılarsa “Neuzubillah!” derlerdi.
Tüm olumsuzlukları, “Tövbe estağfurullah” diye tövbe ile göğüslerlerdi…
Bedduaları bile dua kokuluydu:
“Hay Allâh ıslah etsin!” ya da,
“Allah iyiliğini versin!”, bilemediniz,
“Allah bildiği gibi yapsın” diyerek muhataplarını Allah’a havale ederlerdi.
Bir haksızlığa uğradıklarında,
“Yâ sabır!” çekerlerdi…
Tekke ve zâviyelerinin duvarlarında
“Bu da geçer ya hû!”,
“Vazgeç ya hû!”,
“Hoş gör ya hû!” şeklinde ikaz levhalar asılıydı.
Ticarethanelerin duvarlarını “Errizku Alellah” âyeti süslerdi…
Çünkü onlar “Devr-i Saâdet yürekli” insanlardı…
***
GELENEKSEL YAPININ BOZULMASI !…
“Medeniyet” ; “edeb”dir, “nezaket”tir, “nezafet”tir, “sabır”dır, “hoşgörü”dür, “tevazu”dur, “yardım”laşmadır…
Hülâsa: Kaba-sabalıktan “şuur”a, oradan da “idrak ve inşa kültürü”ne yükselmektir.
Bunlar, “Devr-i Saadet” orjinli yaşam biçiminde, Osmanlı ceddimizin “olmazsa olmaz”larıydı…
Toplumsal hayat “edeb”, “nezaket”, “nezafet”, “sabır”, “hoşgörü”, “tevazu”, “yardımlaşma” gibi kavramlarla çerçeveliydi.
Şimdiki gibi selamsız dolaşılmaz, sokakta bağırılmaz, aşırı el-kol hareketi yapılmaz, muhatap küçümsenmez, kimseyle alay edilmez, kusurlar- yüze vurulmaz, bedensel kusurlarla istihzaya kalkışılmaz, toplantılarda uluorta çiklet çiğnenmez, kimse “hey”, “hişt”, “baksana”, “lan-len-ülen” diye çağırılmaz, sokak ortasında ıslık çalınmaz, kimseye rahatsızlık verilmezdi.
Bu çerçevede belirtmeliyim ki, Osmanlı atalarımız, tanısınlar tanımasınlar, “Gülümseyiniz, müminin mümine gülümsemesi sadakadır” hadisi ve “Selamı yayınız” tavsiyesi çerçevesinde, karşılaştıkları herkese gülümseyerek selam verirlerdi…
Tanıdıklarına ayrıca hal-hatır sorarlar, aile efradına (ailenin diğer bireylerine) da selam yollarlardı.
Böylece gönüller bir birine ısınır, geniş anlamlı toplumsal bir mutabakat oluşurdu. Osmanlı gerçek anlamda bir “Barış, sevgi, saygı ve kardeşlik toplumu”ydu.
“Tevazu” (bunun yerine “alçak gönüllü”yü uydurduk, ama gönlün alçağı olmaz, gönüller daima yüksektir) ve “doğallık” sıradan meziyetler sayılırdı. Hayata “sevgi-ilgi-bilgi” kaynaklı yaygın bir “yardımseverlik” hâkimdi.
“Küstahlık” nedir bilinmez, büyüklerin sözü kesilmez, bilgiçlik taslanmaz, ar, namus ve hayâ gibi kutsallar görmezden gelinmezdi.
Kadınlara karşı, dinamiklerini imandan alan derin bir hürmet beslenirdi. Erkek ve kadın arasında mutlak surette bir mesafe vardı.
Sokakta karşılaşılan kadına asla dik dik bakılmaz, derhal başlar öne inerdi. Kadının sokakta rahatça yürümesi için, erkekler kendilerini hafif kenara çekerler, kadına yol verirlerdi (Sonra nasıl olduysa bu durum tersine döndü: Köylerde kadınlar erkeklere yol vermek için kenara çekilip çömelmeye başladılar).
Her kadın toplumsal edebin bir gereği olarak anne, teyze, hâlâ ve bacı olarak görülürdü. Onları rahatsız edecek en küçük davranışta bile bulunulmaz, bulunanı toplum müthiş yadırgar, büyükler derhal müdahale ederlerdi.
Osmanlı toplumunda “nemelazımcılık” yoktu. En azından bu kadar yaygın bir hastalık değildi. Yanlışlara anında müdahale edilirdi: Tüm toplum, kaynağı “iman” olan geleneklerin gönüllü bekçisiydi…
Geleneksel yapının bozulmaması için herkes üzerine düşeni yapar, bir bakıma her vatandaş “gönüllü polis” gibi çalışır, herkes “ümmet” sorumluluğunu yerine getirirdi. O kadar ki, mahalle kabadayıları bile, toplumsal düzene bekçilik ederlerdi
Du Loir, yıllarca incelediği toplumsal yapımızı bize şöyle aktarıyor:
“Sokaklarında da evlerinde de hiçbir küfür sözü işitilmez. Bunun yüzümüzü kızartacak ve bizi hayrete düşürecek tarafı ise, Osmanlıların yalnız ağızlarında değil, lisanlarında da küfür kelimelerinin bulunmayışıdır… Onlar yalnız ‘Vallâhi’ şeklinde Allâh’a yemin ederler.”
Du Loir haklı: Osmanlıların hayreti bile zikirdi. Şimdi olduğu gibi “Vaaaav yaaaa!..” diye, Amerikan kırması çığlıklar atılmazdı…
“Güzelliklerimizden geriye ne kaldı?” diye sormak yerine, “bunlardan geriye kalanları nasıl kurtarabiliriz?” diye sormak gerektiğini düşünüyorum.
“Harap” eden, “tahrip” eden “biz” olduğumuza göre, yeniden “İnşa” ve “ihya” edecek olan da “biz”iz.
ALINTI : Yavuz Bahadıroğlu
***
“KÜRESEL ISINMA” MI, “BUZUL ÇAĞI”MI, HANGİSİ GELİYOR ?…
Merhaba sevgili dostlarım…
Zaman zaman düşünüyorum: “Acaba bizim medya (gazeteler, televizyonlar, radyolar, vs.) hayatımızı zehir etmek için özel çaba mı gösteriyor?” diye…
Sanki bunlar gazete-televizyon filan değil, düpedüz felaket tellâlı…
Havalar azıcık kurak gitse, manşet hazır:
“Küresel ısınma dönemine girdik!”
Azıcık fazla yağmur yağsa:
“Sel yine can aldı!”
Kar düşse:
“Mini buzul çağı geliyor.” (31 Ocak 2012 tarihli Hürriyet’in manşeti)…
Aynı tarihli Sabah’ın haber başlığı ise bunu aratmayacak cinsten:
“Sanki Sibirya”…
Hâlbuki geçen sene bu zamanlarda hepsi ağız birliği içinde, “Küresel ısınma”dan, “sera etkisi”nden söz ediyordu…
Verdikleri haberlere göre, korkunç bir kuraklığa doğru gidiyorduk.
Dünya zaman içinde çöle dönüşecekti…
Eski yağmurları mumla arayacaktık…
Susuz kalacaktık…
Buna bağlı olarak dünyada “su savaşları” çıkacaktı.
Biz “saçmalamayın birader, arada böyle kuraklıklar yaşanır” dedikçe, bizi “bilime saygısızlık”la suçluyorlardı.
Güya bilmem nerenin bilim adamları, yıllar süren bir araştırma yapmışlar ve sonucu açıklamışlardı:
“Küresel ısınma…”
Şimdi ise bilmem nerenin (Bu kez İngiliz bilim adamlarını referans gösteriyorlar) bilim adamları yıllar süren araştırmanın neticesi olarak doludizgin, “buzul çağı”na doğru ilerlediğimizi söylemişler.
Dün “Küresel ısınma”…
Bugün “Buzul çağı”…
Buyurun, beğenin beğendiğinizi alın.
Alt tarafı Türkiye’ye kar yağdı yahu!..
Hepsi bu…
Bu kadar yani…
Kışın ortasındayız ve bu iklim kuşağında zaman zaman kış ağır geçer. Hatta 1823, 1878, 1893 ve 1929’da öyle çok kar yağmış, soğuk olmuş ki, Haliç bile donmuştur.
Meraklılar Haliç’i yürüyerek geçmişler, fotoğraf bile çektirmişlerdi.
Yani ne “buzul çağı”, ne “Sibirya”…
Sadece kış…
Sadece kar…
Sadece soğuk.
Erzurum’un hemen hemen her yıl yaşadığını yaşıyoruz alt tarafı.
Belli ki iklim bilimciler, tıpkı bizim deprem bilimciler gibi, gündeme gelip önemsenmek için zaman zaman bazı balonlar patlatıyor, doğal olayları abartıyorlar…
Gazeteler de okunmak için bunları manşete çekiyor.
Biz ise telâşa kapılıyoruz.
Ama çözemediğimiz bir taraf var: “Buzul çağı” mı, “küresel ısınma” mı?..
Hangisi?..
Çünkü bunlardan biri varsa, diğeri yoktur…
Sina Çölü sıcağı ile Sibirya soğuğunu bir arada bulamazsınız.
Peki, hangisi doğru?
Bence hiçbiri. Allah, Bediüzzaman’ın “Sefine-i Rabbani” (Allah’ın gemisi) dediği kâinatın yöneticisi ve yönlendiricisidir.
“Neylerse güzel eyler.” (Erzurumlu İbrahim Hakkı).
Ona dayanın ve karın tadını çıkarın! Çocukluğunuza dönüp kayın, dolu dolu kartopu oynayın, kardan adam yapın…
Kimsenin hayatı size zehir etmesine de izin vermeyin.
Alıntı : Yavuz Bahadıroğlu
***
İÇKALE’NİN APOLETLİ ZEBANİLERİ : JİTEM
JİTEM’in bölgedeki en kritik merkezlerinden biri olan Diyarbakır İçkale/Saraykapı’da bulunan insan kafatasları ve kemiklerine yönelik ilginin düşüklüğü anlaşılabilir gibi değil.
Uzun yıllar boyunca JİTEM Karargâhı olarak çalışan ve hemen yanında Adliye ve Cezaevi bulunan İçkale’den birkaç haftadır adeta cesetler fışkırıyor.
Özel Yetkili Savcılık tarafından ‘gizlilik’ kararı verilen kazılarda yeni cesetlerin olup olmadığına dair araştırmalar sürüyor.
Şimdiye kadar bulunan insan kafatasının 23 olduğu biliniyor.
Daha geçen hafta Şırnak Güçlükonak ve Kaleiçi’nden fışkıran cesetlerle ilgili TSK neden kamuoyuna açık hatta naklen bir brifing veremiyor?
Buralardan fışkıran cesetlerle ilgili brifing almak için neden merkez medya hevesli değil acaba?
Sadece laiklik-irtica bağlamında olunca mı brifinglerin sarhoş edici havasına müptela oluyor birileri?
En tepe noktasına kadar TSK kadroları nasıl ki Ümraniye’de ele geçirilen bombaların, Poyrazköy’den çıkan Lav Silahları’nın, Gölcük Donanma’da ele geçirilen Balyoz ve Kafes Eylem planlarının hesabını vermeye mecbursa topraktan fışkıran bu cesetlerin de hesabını vermeye mecburdur.
Ama bu darbe planlarının ve cinayetlerin hesabını sorma hak ve görevini ihmal etmemesi gereken birilerinin olduğunun da altını çizelim.
Toplum ve Hükümet işkence ve cinayetle ülkenin üzerine karabasan gibi çökmüş bu cinayet şebekesinin tüm suçlarını aydınlatıncaya kadar uyanık ve dirençli olmalıdır.
Şimdi bir anlığına magazinleştirilerek gerçek bağlamından olabildiğince uzak tutulan Münevver Karabulut cinayetini düşünelim.
Cem Garipoğlu tarafından hunharca katledilen bir genç kızın ve ailesinin acısı adeta merkez medyanın reyting hesaplarına malzeme kılındı.
Şu gibi sorular defalarca soruldu: Münevver nasıl öldürüldü, parçalandı, evden çıkarıldı, Cem cinayeti neden ve nasıl işledi, kimler yardım etti, nerede ve nasıl saklandı?
Münevver Karabulut davası iki yıldan fazla konuşuldu. Canlı yayınlarda bu sorular binlerce kez soruldu. Aynı sorular işkence ve faili meçhul cinayetler için nasıl olur da sorulmaz!
JİTEM, Cem Garipoğlu gibi sapık katillerden binlerce kez daha büyük bir tehdit ve tehlikedir.
Tasarlayarak, canavarca hislerle ve eziyet ederek insan öldürmeyi meslek edinmiş bir organizasyon olan JİTEM’in subay, astsubay, itirafçılarının bu cinayetleri neden ve nasıl işledikleri, kimlerden emir ve yardım aldılar, nasıl korunup saklandılar? Hükümetin en acil işlerinden biri JİTEM bataklığının hızla kurutulması ve hesap sorulması olmalıdır.
Adı Veli Küçük, Arif Doğan, Cemal Temizöz, Ahmet Cem Ersever, Yeşil gibi isimlerle anılan JİTEM’in nasıl kurulduğu ve yönetildiğini bugünlerde internete düşen bir ses kaydından bir kez daha okuyalım isterseniz.
İddiaya göre konuşan kişi İstanbul Garnizon Komutanı Tuğgeneral Muhittin Yenikeçeci. Bakın Tuğg. Yenikeçeci JİTEM’e dair nasıl bir itirafta bulunuyor:
“Silahlı Kuvvetler mensupları olarak tereddüde düşmeyelim. İç güvenliğe dönük bu tip yapılanmalar (JİTEM) çok yukarıda organize edilir. Stratejik şekilde Genelkurmay seviyesinde bir tuğgeneral bir tümgeneral normal bir tugay sevk ediyor gibi bir olay içerisinde olur. JİTEM’i, mitemi bir albaya falan kurdurmazlar. Sahipsiz değil Silahlı Kuvvetler.”
Şu sorumu da Sn. Komutan’a arz ederim: JİTEM’in apoletli zebanileri kimin emri ve koruması altında çalışıyorlar?
ALINTI : Kenan Alpay
***
FAİLİ MEÇHULLER!…
“Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı!
Düşün altında binlerce kefensiz yatanı!”
Faili meçhule kurban edilen insanları düşünün!
Doksanlı yılların bela çukurunda yargısız infaz edilen onca canı!
Onların yok oluşuyla ezilen hayatları!
AK Parti öncesi, yakınlarının ölüsünden sual etmeye dahi korkan babaları, oğulları, kadınları, anaları!
Diyarbakır’da, kadim surların duvar diplerinde toplu mezarları eken korkunç ellerin hala aramızda sinsice dolaştığını düşünün!
Bu korku aurasında psiko-sosyal açıdan toplumun ne hale gelmiş olabileceğini tasavvur edin!
Anlayın demiyorum ama çalışın, anlamaya çalışın!
Bu katilleri bulmak için artık bir şeyler yapın!
***
GÜZEL SÖZLER…
*Üstleri ne kadar örtülürse örtülsün, ne kadar “tozlu raf”lara kaldırılırsa kaldırılsın; “gerçek”lerin bir gün ortaya çıkmak gibi bir huyları vardır!..
*Yaşarken kıymetim bilinmemişse, dost olup kalbime girilmemişse, severek yüzüme gülünmemişse, neyleyim ölünce gözyaşını…
*İnsanda yok ise ‘Edep’ neylesin medrese, mektep! Okusa Alim olsa yine merkep, yine merkep…(Necip Fazıl Kısakürek)
*Parçaları kaybolmuş puzzle gibi artık insanlar. Kiminin ruhu, kiminin beyni ve birçoğunun bir kalbi yok…(Chuck Palahniuk)
*Dün ile bugün arasında kavga çıkarsa, kaybeden hep yarınlar olur…
*Kızmıyorum artık hayata. Bakıyorum, seçiyorum, gülüyorum, geçiyorum…(Sunay Akın)
*Aleme verirler binlerce nizamat, bin seyyie (kötülük) bulunur hanelerinde…(Kendi gözündeki merteği görmez, başkasının gözünde çöp arar)..
***
Hayat susarak güzel olsaydı, ağzımı bağlar ölünceye kadar susardım.
Hayatta konuşarak mutlu olsaydık mutluluktan bıkana kadar konuşurdum ama hayat öyle bişey ki;
Sustuğunda konuşmadın diye pişman eder, konuştuğunda ise susmadın diye kahreder…(Haluk Cangökçe)
Eğer söylenecek sözünüz varsa ekleyin..
Eğer söylenecek sözünüz yoksa sözleri okuyun..
Okumaya da zamanım yok diyorsanız..
O zaman PAYLAŞ ın birileri mutlaka okur…
HAKKIMDA NE DÜŞÜNÜYORSANIZ ALLAH SİZE BİN KATINI VERSİN..
Kişisel sitem; http://halukcangokce.com e-mail adresini bugüne kadar, 181225 kişi ziyaret etti..
Çeşitli Makale ve Yazılarım için:
http://www.turklider.org/TR/DesktopDefault.aspx?tabid=1583 da ” Haluk Cangökçe Gözüyle”